KİM BU TAŞ BAĞIRLI” DERVİŞLER?

Mustafa Uğurlu

 

Gençenlerde, bakalım ne var, diyerek radyonun düğmesine bastım. Bir anlık sessizlikten sonra kuvvetli bir ses, kulağımın dibinde top gibi patladı: “Derviş bağrı taş gereeek; Derviş bağrı taş gerek.” Sanatçı A’nın öyle bir söyleyişi vardı ki her “taş” dediğinde kelime adeta ağzından fırlayıp yerde tak ederek yuvarlanıyordu. Allah Allah, derviş bağrı neden taş olsun, diye düşündüm. Benim bildiğim derviş bilakis katı kalpli, acımasız, yani taş bağırlı olamaz. Hele böyle bir derviş tarifini gönül ehli “bizim Yunus” hiç yapmaz. Bu işte bir iş var, dedim.

Sanataçı A’nın bu sözü kulaktan duyma söyleyip söylemediğini kontrol etmeliyim. Nitekim bazı sanatçılar veya sanatçımıslar, şarkı veya türküleri sözlerin bağlamına, anlamlı veya anlamsız olmasına bakmaksızın birilerinden duyduğu gibi söyleyip duruyorlar. Onlardan duyan başkaları da anlamaksızın tekrar ediyorlar. Bu bağlamda nice nice garabetlere hemen her gün rastlıyoruz. Taş bağırlı derviş meselesi de böyle bir şey mi? Hemen “her şey bilen amca” Google’a başvurdum. İşte bana verdiği bilgiler:

“Derviş bağrı taş gerek” sözü internet kaynaklarında 6.120 kere geçiyormuş.Her şeyden önce sanataçı A, Youtub’da yüz otuz binden fazla dinlenmiş. Bir başkası kırk bin filan. Daha az sayıda dinlenen başkaları da var. Yanı epeyce çok kişi derviş denilen insanların “taş bağırlı” olması gerektiğini duymuş. Belki bazıları sırf bu yüzden dervişliği tercih etmiş veya vazgeçmiştir, kim bilir?

Meseleye biraz daha yakından bakalım: Galiba, dervişlerin taş bağırlı olmasının kaynağı, Süleyman Erguner’in bestesine dayanıyor: “Segah İlahi. Derviş Bağrı Taş Gerek. Beste: Süleyman Erguner; Güfte: Yunus Emre; Usulü: Sofyan” (1); “14121 rep. no ile kayıtlı olan, bestesi Süleyman Erguner’r, güftesi Yunus Emre’ye ait Derviş Bağrı Taş Gerek isimli eserin makam bilgisi Müstear (Segah) şeklinde girilmiştir. Eserin farklı nota yazımları incelenmiş bestecisinin de yazmış olduğu nota 30 incelenerek Makmın Müstear olduğu tespit edilmiş, aynı rep no ile Segah (Müstear) olarak girilmiş olan ikinci kayıt veri tabanından silinerek gerekli düzeltmeler yapılmıştır.” (Uslu, 2015: 29)

Buna ragmen “Derviş bağrı taş gerek” sözü Burhan Toprak, Abdülbaki Gölpınarlı, Faruk Kadri Timurtaş, Mustafa Tatcı gibi bilinen Yunus Emre metin yayımlarında geçmemektedir. Hatta “Sen derviş olamazsın” başlığı ile bu ilahi, Derviş bağrı baş gerek şeklinde olmak üzere sadece Burhan Toprak’ın yayımında geçmektedir (2006: 104- 105). Ancak buna bazı internet kaynaklarında rastlanmaktadır (2). Bu kaynakta da “Dervişlik der ki bana” başlığı altında “Derviş bağrı taş gerek” sözü geçmektedir. Ancak belirtilen diğer yayımlarda bu sözler yoktur.

İster asıl Yunus’a ait olsun ister ona benzer Yunuslara ait olsun, elbette bu sözler Yunuscadır. Bizim Yunus’un anlayışını yansıtmaktadır. Çünkü Yunus’tan beklediğimiz şekilde bir derviş tarifi yapılmaktadır: Derviş alçak gönülü, Allah aşkıyle dertli; gözü yaşlı, bağrı yaralı; koyun gibi uysal birisidir. Kızmaz, kavga etmez, el kaldırana, küfredene karşılık vermez.

Özet olarak söylersek; Yunus Emre’ye atfedilen birçok metinde “Derviş bağrı taş gerek” yoktur; bu biçimin sanatçılar tarafından icra edilmesi ve yaygınlaşması bir bestenin sözleriyle olmuştur. Zaten yolunu kesen “taş bagırlı taglar” dan bile şikayetçi olan Yunus’un “Derviş bağrı taş gerek” demeyeceği açıktır. O, bunu gerçkten söylediyse, ancak “Derviş bağrı baş gerek” diye söylemiştir. Nitekim o, bağrı taş gibi olan kişiyi, bırak derviş, Müslüman olarak bile Kabul etmez: Namaz kılayana sen müsülmandur dimegil/ Hergiz müsülman olmaz bagrı dönmişdür taşa (Tatcı 1990: 227).

Yani taş mı, baş mı? İşte bütün mesele!

Peki, “Derviş bağrı baş gerek” kaç kere internet kaynaklarında geçiyor? Ona da baktım. Benim baktığım gün tam 849 kere! ‘Taş bağırlı’ dervişler ile ‘bağrı başlı’ dervişeri yarıştırsak yarışı açık ara kazananlar ‘taş bağırlılar’ takımı olacaktır!

Peki, Yunus Emre metinlerinde buna benzer ifadeler var mıdır? Elbette vardır. Örnek:

Gitmeye bağrı başı dinmeye gözi yaş/ Her dem dervişün işi ahıla zarı gerek; Bagrı başlu gözi yaşlu/ Şöyle garip bencileyin; Bu ne ‘acayib ser- güzeş çıkardı bağrumuzda baş/ Gözlerümden kanıla yaş aksa gerek şimden gerü; Ol Çalab’ımum ‘ışkı bagrumı baş eyledi (Tatcı, 1990: 213, 223, 231, 295).

Yani bağırın başı ile gözün yaşı kolayca kafiye yapılmaktadır.

Eski Anadolu Türkçesi metinlerinde zaten baş kelimesi “yara” anlamında sıkça geçmektedir (TTs: 414). Ancak yara kelimesi bunu tam karşılaymaz. Zira yara kelimesi yar- fiilinden türetilmiştir. Yani yara vücuda dışarıdan bir etkiyle oluşandır; ama baş sivilce, çıban gibi kendiliğinden oluşandır. Zaten Eski Anadolu Türkçesi metinlerinde baş cıkmak şeklinde kullanılmaktadır. Örnek: “Her kimin kim tabanında baş çıkmış ola; Bağrında çıkıp turur çü başlar; bir türlü baş ve çıbandır ki öykende ola.” (TTS: 414 vd.)

Yukarıda zikredilen Yunus Emre şiirinde ve Eski Anadolu Türkçesi metinlerinde geçen baş kelimesinin diğer Türk lehçelerindeki durumu nedir: Özellikle bu bağlamda Türkmence Yakutçadaki durumu önemlidir. Çünkü bu kelimeyle baş “kafa” arasında bir fark var mıdır: yoksa bunlar eş sesli iki kelime midir?

Türkmence baş “yara, çıban”; Yakutça bas “yara, çıban; yaranın üstünde hasıl olan kabuk” baş (Tekin, 1995: 40) olmak üzere uzun ünlülüdür. Türkmen cede, Halaççada bu kelimeyle sık sık kafiye yapılan yaş “gözyaşı” kelimesi de uzun ünlülüdür (Tekin, 1195: 69; 82). Tarihi lehçelerde de buna benzer bir durum söz konusu olmalıdır.

Meseleyi ayrıntıya boğmadan şöyle diyebiliriz: Yunus Emre çağında, ister asıl Yunus Emre ister onun gibi söylemek isteyen Yunuslar bu sözleri herhalde şöyle söylemişlerdir:

Derviş bağrı baş gerek

Göz dolu yaş gerek

Koyundan yavaş gerek

Sen derviş olamazsın

Peki, Süleyman Erguner’in (1902 – 1953) bestesini yaparken Yunus Emre’nin sözünün “Derviş bağrı taş gerek” diye almasının sebebi nedir? Bunu sormamız mümkün olsaydı, elbette kendi cevap verebilirdi. Şimdi bu söz konusu olamayacağına göre ancak tahmin yürütebiliriz. Herhalde o zamanda başkaları da bunu aynı şekilde söylemişlerdir. Çünkü baş “yara, çıban” kelimesinin unutulduğu bir zamanda şöyle dendiğini düşünelim:

Derviş bağrı baş gerek”: Dervişin bağrı kafa gibi olmalıdır. Ne saçma bir söz! Dolayısıyla o zamanlarda da gelenğe uyarak “Derviş bağrı baş gerek” diye söyleyenler olsa bile, aklı başında bir aydın bunu şöyle düzeltir: “Derviş bağrı taş gerek” Dervişin bağrı taş gibi olmalıdır. Belki bununla zihnine ‘sağlamlık, dayanıklılık’ gibi çağrışımlar gelmiştir.

Oysa yukarıda da açıklandığı üzere doğrusu taş – taş değil baş olması gerekir. Çıban vs. anlamındaki baş kelimesi ise Türkiye Türkçesinin yazı dilinde ölmüştür. Çünkü diller, konuşularının dili her an yeniden üretmeleri (“söz”) sebebiyle ses, yapı, anlam ve dizim bakımından sürekli bir değişim içindedir. Bu özelliği sebebiyle dil, “canlı bir varlık” olarak bile nitelendirilmiştir (Ergin, 1972: 4). Dildeki değişim, eş zamanlı ve art zamanlıdır. Bir başka deyişle dil, bir yandan konuşulma alanı üzerinde, diğer yandan zaman süresi boyunca değişmektedir. Konuşurlar tarafından kendi dönemlerinde kolayca fark edilemeyen, dil içi ve dil dışı sebeplere göre az veya çok olabilen bu değişim, iki zaman noktası veya coğrafi alan arasında yapılacak karşılaştırmalarda daha açık görülebilir. Dolayısıyla geçmiş dönemlerde meydana getirilen eseleri okumak, yazıldıkları zamanda yaşayanlar için herhangi bir zorluk teşkil etmemesine ragmen, aradan geçen süre arttıkça dildeki değişimler sebebiyle zorlaşmıştır; bugün ise bazılarını okumak, uzman olmayanlar için adeta mümkün değildir. Yunus Emre emtinleri de nispeten bu durumdadır.

Peki, ne yapmalı? Geçmiş dönemlerde yazılan ve bugün için önemini kaybetmeyen eserleri okunabilir hale getirmek gerekir. Bir başka deyişle “lehçe içi aktarma” yapılmalıdır. Bu terimle, Bir anlaşma birim (“lehçe”) içinde üretilmiş olan belli bir “söz”ü (“parole; text”) yine aynı anlaşma birimi içince dönüştürme kastedilmektedir (Uğurlu, 2017: 307). Bu dönüştürme, bir anlaşma biriminin görünümleri (“ölçünlü şekil, ağız, sosyal grup dili, cinsiyet dili vb.”) arasında eş zamanlı veya dönemleri arasında art zamanlı, eş değer, kısaltılmış, eklemeler yapılmış şekilde de yapılabilir.

Lehçe içi aktarmanın kendine mahsus şartları verdır. Bu elbette, göreceli olarak lehçeler arası aktarmaya, hatta diller arası tercümeye de bezemektedir. Fakat bu üç durumun da kelime, yapı birimlerini seçce ve dizim bakımından kendine mahsus şartları; kolay ve zor tarafları vardır. Ancak hepsi için ortak bir taraf vardır: Bu dönüştürmeler, genellikle şimdiye kadar yapıldığı üzere sezgiye dayalı olarak yapılamaz; özel bir uzmanlık gerektirmektedir. Yani birisinin kendine anlamasız gözüken “Derviş bağrı baş gerek” sözünü, kendince anlamlı “Derviş bağrı taş gerek” şekline döndürmesi faydadan ziyade zarar getirmiştir.

Bu bağlamda manzum metinlerin kendine göre zorlukları vardır. Bu metin mensur olsaydı, “Derviş bağrı baş – baş gerekDerviş olan kişinin gönlü yaralı – dertli- gamlı olmalıdır vs. gibi dönüşümler yapılabilirdi. Ancak vezin, kafiye gibi kısıtlamalar altında “Derviş bağrı baş – baş gerek” şeklini korumaktan başka çıkar yol gözükmemektedir. Yanlış anlamaları önlemek için, baş – baş kelimesi, sözlüklerde bulunmalıdır. Böylece atalarımızın ve bu baglama Yunus Emre’nin kullandığı kelimeler çağlar üstünden yeni nesillere ulaşabilir.

“Derviş bagrı baş gerek”, nasıl ve neden “Derviş bağrı taş gerek” haline gelmişir?  Yani, Türkiye Türkçesinde baş “yara, çıban” kelimesi acaba niçin kaybolmuştur veya niçin ölmüştür?

Bu kelimenin Osmanlı Türkçesi yazı dilinde kaçını yüzyıla kadar yaşadığına dair yeterli veri bulunmamaktadır. Ancak 16, yüzyıldan birçok kayıt olmasına rağmen, 17. Yüzyılda Aşık Ömer’den bir kayıt vardır (TTS: 416). Anadolu ağızlarının bazılarında ise halen yaşamaktadır (DS: 549) Ancak şu bir gerçektir: Osmanlı Türkçesi yazı dilinde baş “yara, çıban” kelimesinin ünlüsü zamanla kısalarak başbaş haline gelmiş; böylece baş “kafa” kelimesiyle eş sesli bir kelime olmuştur. Böylece baş kelimesinin ‘ölüm’ süreci başlamıştır. Zira bunun, çok yaygın kullanılan “kafa” anlamındaki diğer kelimeyi dilden çıkarması veya atması mümkün değildi; dış dünyadaki hareket, nesne ve olguların ayrı ayrı gösterilmesine veya kodlanmasına dayanan dil sisteminde eşsesli ve anlamı ‘karıştırılan’ kelimelere yer yoktur. İşte bu yüzden ‘dervişin bağrı taş’haline gelmiştir.

Sonuç olarak şöyle denebilir: Yunus Emre’nin bir ilahisinde geçen “Derviş bagrı baş gerek” “Dervişin bağrı, gönlü yaralı olmalıdır.” Sözü, Türkiye Türkçesinde anlaşılmadığı için “Derviş bağrı taş gerek” haline getirilmiştir. Oysa baş – baş kelimesi Türkiye Türkçesinde yaşatılmalıdır. Böylece hem 13, yüzyıldaki Yunus Emre ile hem Anadolu’ya geliğimizde aramızda herhangi bird il farkımız olmayan Hazar ötesindeki Türkmenlerle hem de ta Sibirya’da yaşayan Yakutlarla bağımızı kuvvetli tutabiliriz.